10 Ocak 2008 Perşembe

İnançlı ve sanatkâr: Antakya

Bugünkü mütevazı kent görünümünün ardında binlerce yılın sessizliği yatar Antakya’da. İnanç, sanat ve damak tadı aynı zaman diliminde, aynı kenttedir…

İnanç için yola düşmek, inanarak yürümek… Seyahat etmek. Bedenin bir yerden başka bir yere gidiyor olmasından çok daha derin anlamlar ifade ediyor, söz konusu ‘inanç’ olduğunda. Giden kişi inancını fısıldıyor kulaktan kulağa, her geçtiği yerde kendinden bir şeyler bırakıyor. İnancı kendisi oluyor ve artık, o değil inancı hatırlanıyor. İşte Anadolu da böyle bir inanç yolculukları atlası. Bin yıllardır kimler nerelere yürümüş, ne zaman, hangi dağ köyünde uyumuş? Elleriyle nasıl mabetler oymuş kayalara? Aziz Paul Mevlânâ ile buluşmuş; Aziz Piyer Edebali’yle yazışmış bu topraklarda. Bugün paha biçilemeyen, zamanında gözyaşı ve alın teriyle bedelleri ödenmiş tapınaklar, heykeller ve kentler dizilmiş rotanın duraklarına. Çünkü burası Anadolu…

DOĞU’NUN ADALET TACI
Yürümeye başla Nur Dağları’na doğru. Önce Hasan Dağı’na geleceksin, hemen dibinde Ihlara’nın inanç kayaları ve sonra Konya’ya merhaba! Habib Neccar eteklerine vardıysan daha da gitme; aşağı Asi Vadisi’nin girişinde, Kel Dağı’nın kuzeydoğusunda, Amik Ovası’nın tam güneybatısında, bu iki dağ arasında uzanan kenttir durağımız. Aman en az üç gün ayırasın, çünkü bir miladın adı olan Aziz Piyer’in memleketindesin. Ya da şimdilerde, Vatikan’da beyaz mermer teninden gözyaşları süzülen iyilik tanrıçası Tyche’nin memleketinde. Makedonyalı İskender’in ismi de anılır burada, Pers İmparatoru Darius’un da… Eski çağların her önemli yerleşimi gibi, ne zaman ve kim tarafından verildiği bilinmeyen bir paye taşır Antioch da. Bir zamanlar ‘Doğu’nun adalet tacı’ denirmiş bugünkü Antakya’ya.

EN ESKİ KENTLERDEN BİRİ
Osmanlıca efsanevi bir el yazmasına göre Antakya, dünyada kurulan ilk dört kentten biriymiş. Bugün Suriye Tetrapolisi olarak adlandırılan Akdeniz kentlerinin sayısının da dört olması ilginç: Antioch, Selucia Pieria, Apamea ve Laodiceia. Kısa bir araştırma sonrasında ulaşılan milyonlarca başlıktan herhangi birinde Türkiye’nin kültürel başkentlerinden biri olarak nitelendiğini görebileceğiniz Antakya, halen dinleri ve kültürel özellikleri farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapıyor ve UNESCO’nun barış kentlerinden birisi. Kentteki günlük yaşamın en sıradan özelliklerinden olan çok kültürlülüğün içinde, aynı ülkenin vatandaşı olan birden fazla dini cemaat bulunuyor. Antakya’nın yükselişi, Filistin ve Suriye’ye uzanan yollar üzerinde, Mezopotamya’yı Doğu Akdeniz’e bağlayan güvenli duraklardan birisi olmasıyla açıklanıyor. Tell-Açana höyüğündeki kazılar Kalkolitik Çağ’dan (MÖ 5000-4000) itibaren yörenin yerleşim için kullanıldığını kanıtlarken, buralarda yürürken hep aklınızda olsun, Hitit ve Eski Mısır imparatorluklarının da tam kıyısındasınız.

MOZAİKLERLE BEZELİ
Dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonunu barındıran Hatay Arkeoloji Müzesi’ndeki örnekler o kadar önemli ki, müzenin başlı başına bir ‘Mozaik Müzesi’ olarak nitelenmesini bile sağlıyor. Çünkü bu eserler, bugüne kadar gün ışığına çıkarılmış en önemli Roma mozaikleri olarak kabul ediliyor. Worcester, Baltimore ve Princeton sanat müzeleri ve Paris Louvre Müzesi de diğer adresler. Antioch kentinde 1932’de başlayan kazıların sonuçlarının sergilenmesi için inşa edilen, bazı dönemlerde kapatılan ve tekrar açılan müze, 1975’den beri kesintisiz hizmet veriyor ve hayranlık uyandıran mozaikleriyle ilk ziyaret edilmesi gereken yerlerden. Bronz Çağı’ndan Hitit ve erken Hıristiyanlık dönemlerine kadar uzanan bir zaman dilimine ait mezar ve tablet kalıntıları, freskler, mücevherler, heykelcikler ve sikkeler de bulundukları bölgeye göre müzedeki yerlerini alıyorlar. Bahçedeki Seleucia Pieria Kilisesi’ne ait mozaik de gözden kaçırılmamalı.

BİR DİNİ MERKEZ
Bölgede bulunan eserlere bakılınca Antakya’nın her çağda büyük bir dini öneme sahip olduğu ortada. Roma tapınakları ve MÖ 300’lere kadar uzanan büyük bir Musevi cemaatine ev sahipliği yapan kentin, Aziz Paul’ün çıkış noktalarından biri olduğuna da inanılıyor. Kentin Hıristiyanlık açısından en önemli özelliğiyse kuşkusuz, Aziz Piyer’in (St. Peter) elleriyle oymuş olduğuna inanılan, kendi adıyla anılan mağara kilisesi. Katolik Hıristiyanlarca Hac mekânlarından biri olarak kabul edilen kilisenin, Hıristiyanlık tarihinin ilk mabedi olduğu da söyleniyor. Kilise yakınlarında bulunan Charion’da ise Helenistik dönemden kalma oymalar bulunuyor.

BİR RÜYANIN SONU
MS 4. yüzyılda en güzel rüyalarda görülebilecek bir kent olan Antioch için tahmin edilen nüfusun 200 bin dolaylarında olduğu söyleniyor. Bu barış ve bolluk kenti de, antik çağlarda bir kentin başına gelebilecek en büyük felaketlerden birini yaşıyor: Deprem. Nerdeyse tüm yerleşik nüfusu ortadan kaldıracak derecede şiddetli bir deprem ve sonrasında 636 yılında Arap ve sonra sırasıyla Bizans, Selçuklu, Haçlı, Timur ve Osmanlı dönemleri yaşıyor.

ASİ NEHRİN LÜTFU
Lübnan Dağları’ndaki kaynağından çıkıp, tüm Suriye’yi geçerek Nur ve Kel Dağ arasında bereketli bir yatak oluşturan Asi Nehri, Antioch’u yaratan hareketliliği besleyen doğal bir lütuf adeta. Dört yüz kilometreye yaklaşan uzunluğunun çok küçük bir kısmı Antakya sınırları içinde kalmasına rağmen, antik çağlarda küçük yük gemilerinin seyrine izin veren yatağıyla, binlerce yıl boyunca Akdeniz’e çıkan bir ticaret ve ulaşım yolu olarak kabul görmüş. Bugün de kent içinde yapacağınız kısa bir keşif turunda bile, kenti doğu ve batı, başka bir deyişle ‘yeni’ ve ‘eski’ olarak ikiye ayırdığını görebilirsiniz.

ESKİ DOĞU’DA YÜRÜMEK
Tarihi dokusunun daha güçlü olması sebebiyle kentin ‘eski’ yüzü olarak nitelenebilecek doğu yakasının sokaklarında içli köfte, bakla ezmesi ve humus yiyeceğiniz lokantayı aramak için köprüyü geçiyoruz. Zaman tünelini andıran loş ışığı, ancak canlı ticaret ortamının verdiği heyecanla tarihi Uzunçarşı’nın dolambaçlarında bir yürüyüş. Tıpkı Urfa, Antep ya da İstanbul’daki yakın dostları gibi; o da yan yana dizilmiş dükkânlardan oluşuyor. Her türlü eşyanın satıldığı mağazaların yanında, semerciler, derici ve demirciler eski günlere göz kırpan birer kaçış noktası. Kentin bir defa daha İstanbul ile karşılaştırılmasını sağlayan surlarıysa, neredeyse 30 kilometre uzunluğunda ve kente ilk geldiğinizde dikkatinizi çekecek Habib Neccar Dağı üzerinde uzanıyor. Antik çağlarda Seleucia Pieria olarak anılan Çevlik de doğanın bir başka lütfu Antakya’ya. Tam ağzına kurulmuş olduğu derenin sürekli taşmasına karşı inşa edilmiş bir ‘mühendislik harikası olan antik Titus Tüneli, dünün liman kenti, bugünün şirin köyü Çevlik’i önemli bir ziyaret mekânına dönüştürmüş. Tünelin yakınındaysa “kime sorsan gösterir” mesafesinde bulunan Samandağ kaya mezarlarını sakın atlamayın. Yöreye özgü geleneksel taş evlerin son birkaç örneğini bulabileceğiniz Vakıflı Köyü de, Ermeni taş işçiliğinin örneklerini görebileceğiniz bir yer.

EKŞİ BİR SÜRPRİZ
Tüm gününüzü bu rotayı tamamlamak için geçirdiğinizdeyse tekrar başladığınız yere, Asi’nin kıyısına dönün. Aman unutmayın, peynirli künefe yiyeceğiniz yeri iyi seçin. Söğütlerin altındaki kahvehanede biberli ekmekle zeytini katık ettikten sonra, akşamüzeri esecek tatlı güney melteminin rehavetine kapılmayın. Az daha yürüyüp yarım kilo sürki alıverin. Yediğiniz içtiğiniz sizin olsun, evdekilere gördüklerinizi anlatırken, katıklı ekmek içinde sürki ikram edin. “Sürki de ne?” der gibisiniz. Hiç söylenir mi? Onu da Uzunçarşı’da kendiniz soruverin…

Bu gezi yazısı, THY'nin Skylife dergisi Ocak 2008 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder