5 Ekim 2006 Perşembe

Sonbahara kavuşmak...

Rize’nin güneyi sonbahara kavuşurken çizdiğimiz rota, yaylalara veda edenlerin izinde gidiyor.

‘Kavuşmak’ varmak anlamına da gelir hiç fark etmiş miydiniz? Karşıki dağa, patikanın sonuna, suyun başına ve zirveye kavuşmak gibi… Bir de sevdiğine kavuşur insan, özlediğine ya da gönlünün istediğine. Peki ‘yaylada kavuşmak’ nedir hissedebilir misiniz? Güney Rize’de binlerce insan yaylalarda kavuşur ilkbahar zamanları ve yavaş yavaş memlekete veda başlar sonbahar günleri...
Kaç binli yıllara uzandığını aslında bilmediğimiz, ancak hayal edebileceğimiz bir kökü ifade ediyor yaylaya çıkmak. İşte bu nedenle, oralara gitsek de pek çoğumuzun zorlukla hissedebileceği bir şey ‘yaylalı olmak’. Ama hemen anlayabileceğimiz bir şey var ki o da ‘yaylaya kavuşmak’. Kimi zaman hayli bozuk dağ yollarında bir arazi aracının içinde, çoğu zaman sırttaki çanta ile güneşin peşinde. Memleketin yerlisi olmasanız da, o kadar yoldan gelip yaylaya kavuşan herkes için ortak bir anahtar vardır buralarda, o da: “Merhaba” .

YAYLADA KAVUŞMAK
Zaman kadar eski bir döngü bu. Alçak yerleşimlerden çıkılmış yola, Kaçkar Buzulları’ndan gelen kaynaklarla ve bereketli bulutlarla beslenen yüksek otlaklara. Dünya döndükçe güneşin etrafında, insanlar kavuşmuş yaylalara. Bir varolma geleneği olmuş yaylaya çıkmak. Günlerce yürümek, dik yamaçlara taş taşımak, ahşap işlemek, hayvan otlatmak. Ve bir ev kurmak. Dayanışma, sabır ve gelenek ile...
İşte bu gelenek, kökü çok eski dedelere dayanan bir tanışıklık ve kader birliği getiriyor. Mevsimsel döngüyle belirlenen, Kaçkar Buzulu eriyip tekrar dondukça, bulutlar bereket yağdırdıkça tekrar edecek bir kavuşma meydanı haline geliyor yaylalar.

DOĞA KARAR VERİR
Uğrayacağınız her bir yaylanın kendine has özellikleri var, kimi çivi bile kullanılmadan sadece ahşapla, kimi günlerce yürüyüş mesafesinden getirilmiş taşlarla inşa edilmiş evlerden oluşuyor. Henüz dağ yollarının ulaşmadığı bölgelerdeyse, bulunmaz bir nimet haline gelen tarihi taş döşeme yollarla karşılaşıyorsunuz. Hatırlamakta yarar var, bu işler el emeğinin ve hayvan gücünün tek üretim yöntemi olduğu çağlarda yapılıyor. Bir leğen kovuktan oyuluyor, ya da bıçak bileyici taştan; doğadan gelen sihirli çözümler günlük hayatın parçası oluveriyor.

YÜRÜYEREK YAŞAMAK
Sal, Pokut, Hazindag, Amlakit, Palovit, Tirovit, Elevit ve Kavrun... Sanki sadece hayalini kurabileceğimiz çocukluk masallarımızın kahramanları… Eğer nesillerdir buralarda nefes alanlar gibi hissetmek isterseniz bir an, biraz olsun buraların kurallarına uyun, yani yürüyerek yaşayın. Her biri farklı rotalardan ayrı ayrı ziyaret edilebilecek ya da planlı bir yürüyüşle bir defada tamamlanabilecek büyük bir Güney Rize masalında yürüyün. Keşke buralarda yaşanacak bir beş gününüz olsa da Rize sizi büyülü yükseklerinde ağırlasa. Yürüyerek kavuşsanız Tirovit’in taş evlerine, Pokut’un bulutlarına veya Hazindag’ın taş döşeme yollarına. Kim bilir belki Kavrun’dan yola çıkıp kavuşursunuz Kaçkar’ın bulutlu zirvesine. İkizdere Anzer’i ise güney batı uçta yer alan başka bir hayal olarak bırakın başka bir sonbahara…

MASAL BAŞLIYOR
Hayal etmekle başladı bu masal, şimdiyse gerçekten yazmaya başlama zamanı… Yürüyerek yazmaya başlıyoruz kendi yayla masalımızı. Dağ yollarında yapacağınız seyahati de düşünerek Rize’den bir arazi aracı kiralayabilir ya da daha çok vaktinizi alacak ama yerel dostluklar ve bilgi kazandıracak minibüs yolculuklarını tercih edebilirsiniz. İkinci seçenek, sırt çantanızla daha fazla birlikte olacağınız anlamına da geliyor unutmayın. Her iki seçenek için de yerel bir rehber bulmanızın faydalı olacağını hatırlatalım.
Bir kere, Çamlıhemşin’e ulaşın. Oradan masalınızın ilk satırlarında çok hoş duracak bir yerlere göndereceğiz sizi: Kaçkar Dağları’nın giriş kapısı Ayder’e... Burası, her bütçeye ve keyfe göre konaklama olanakları sunan büyük bir turizm merkezi olmakla birlikte, şimdilik Doğu Karadeniz’in tek şifalı dağ kaplıcasını da barındırıyor. Ayder’den eğlenceli bir yürüyüşle ya da sabah gidiş, akşam dönüş çalışan Yukarı Kavrun Yaylası minibüsleriyle zirveye daha da yaklaşabilir ve hatta rehberinizle yapacağınız bir günlük programla zirveye bile çıkabilirsiniz.
İşte şimdi rotamızın yönünü değiştirecek ilk kararı da vermemiz gerekiyor: Yukarı Kavrun’dan yürümeye başlayıp vadileri ve dağları aşarak masalımızın asıl kahramanlarına doğru mu yürüyeceğiz? Yoksa, Çamlıhemşin’e geri dönüp Fırtına Vadisi’ne sapacak, bulutların arasından hiç çıkmayan Zil Kale’yi aşıp, Palovit Şelalesi’nde yüzmeye mi gideceğiz? Eğer arazi aracınızla gidiyorsanız, Sal üzerinden yolun son noktası Pokut’a varmak ve oradan Hazindag’ın tarihi taş yollarından yürümek sadece bir gününüzü alacaktır. Eğer yaylaya veda edemeyenlere rastlayacak olursanız, halen yaşanmakta olan bir yayla masalının içine düşüvereceksiniz belki de… Bir horonda başınız dönerek ısınacaksınız buz gibi yayla gecesinde. Eğer Sal’a kadar yürüyerek geldiyseniz, Hazindag’dan sonra Amlakit’e kadar yayan devam edebilir, Zil Kale’ye kadar olan rotayı bir halka gibi yürüyerek kapatabilirsiniz. Hazindag’dan başlayacak bu uzun yürüyüşü göze alamayanlar da arazi araçları ile Palovit Şelalesi ve Zil Kale’yi geçerek Elevit, Tirovit, Palovit ve Amlakit Yaylası’na dağ yollarından ulaşabilirler.
Yayla hayali kurmak başka bir şeye benzemez. ‘Varmak’ gerekir. Gitmekle, yürümekle olur. Bizim sonbahar hayallerimiz, Güney Rize yaylalarında yürüdükçe gerçek bir masala dönüştü. Kalemimiz yoktu adım attık, hiç harf aramadık ayak izi bıraktık. Bir kış masalında tekrar hayal kurmak üzere yükseklere veda ettik.

Bu gezi yazısı, THY'nin Skylife dergisi Ekim 2006 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

5 Mayıs 2006 Cuma

FROM THE BELOVED

A motif that sprouts from the ground to bloom in season, a millennia-old symbol with extensions in art and culture.

If only I were able to compose chronograms that would be read for centuries, immortalizing the love of my sweetheart, waiting silently with bowed head... But no way! Penning panegyrics to the most beautiful of flowers, beloveds and varieties of melancholy is unfortunately not the forte of a child of this new age...

The tulip, ‘lale’ in Arabic script, written with the letters ‘lâm’, ‘aleph’ and ‘he’, the same as those used in the name of Allah, who has scattered the beauty of His Being all over the worldly realm, and of ‘hilâl’, the crescent moon. On the one hand poets who compose encomiums to this sacred flower in their divans, on the other the gardeners who grow it with tender loving care. Tulip lovers and tulip poets, pursuing in their different ways an avocation said to be eternal.In the lines of Remzi Efendi, ‘The air blown on the tulip by the morning breeze is not new / The desire and zeal for the tulip is everlasting, not born of the present.’Although they manifest their love for the tulip in different ways, one can see that their interest has it roots in one and the same civilization. The letters ‘lâm’, ‘aleph’, and ‘he’, for example, all written without diacritical marks, embody a concept of beauty according to which the most prized tulips are also required to have no disfiguring spots.

‘MORE THAN A MERE FLOWER’
So exalted is the spiritual value of this mystery, sealed in the characters of the Arabic script, that this motif, as a symbol of beauty and sadness laden with divine significance, was carried even into battle. A tulip motif engraved on a sword together with the words, ‘The aim of the holy warrior is to make war’, signifies that the weapon is borne in the name of Allah and that Allah will stand beside its bearer. As a decorative element, the tulip is frequently found in Turkish-Islamic architecture, worked in marble and wood and on tiles, as well as on the very painstakingly sewn Ottoman garments. The mausoleums of Sultan Süleyman the Magnificent, who is known to have been a passionate tulip lover and to have worn stylish tulip-embroidered caftans, and of his wife Hürrem Sultan are also decked with tulip motifs. Despite the myriad variations on, and the questionable veracity of, its story, the ‘upside-down tulip’ is something every visitor to the Selimiye Mosque (Edirne), one of the masterpieces of world architectural history, is eager to see. It is said to represent an extremely contrary man who only reluctantly gave up his tulip bed for the building of the mosque. The veracity of the story aside, any culture that immortalizes such a perverse and vulgar person in an upside-down tulip is certainly worthy of our attention. Nor is this jest mere coincidence but rather a symbol explicable only by the concept of tolerance.

TULIP TIME AT THE PALACE
The gardeners of Ebüssuud Efendi, a well-known man of state during the reign of Sultan Süleyman the Magnificent, are said to have produced a plethora of beautiful tulips by crossbreeding different varieties that appealed to the taste of the potentate. Said to total only forty-nine at the time, their numbers eventually exceeded two thousand. Each of these hundreds of tulips was given a different name, which the poets of the day then immortalized in their lines. Of these ‘Istanbul Tulips’, whose numbers unfortunately began diminishing as early as the second half of the 18th century, we know only the forty-nine varieties that were depicted by artists.The desire of every Ottoman sultan to see tulips in the palace gardens and all over the city when ‘Tulip Time’ approached with the arrival of spring resulted in the official institutionalization of the relationship between the tulip and the imperial capital. The former Byzantine capital, which is frequently characterized in books of the pre-conquest period by the epithet ‘dismal’, is said to have been transformed into a garden city within fifty years of the conquest. Considered from the point of view of Ottoman imperial taste, one of the fundamental reasons for this is surely the absence of the tulip in the previous era.

A LAMENT FOR THE TULIP
The great literateur Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), who lived in a time that today could perhaps be characterized as ‘old Istanbul’, describes in a virtual cultural lament how far the city had departed from its tulip culture even in his own day. “The tulip no longer has a place in aesthetic taste. It is no longer a symbol of anything. No poet compares the color of his beloved’s cheek to its hue, nor does the ornament-maker try to impress its symbol of unity on tiles, marble or on the filigree of a well-wrought metal fence, its quiet eloquence which, through the lâm-aleph curve, negates the existence of anything but Allah Himself; neither does the calligrapher light his transparent lamp by the curves of the ancient lâm’s. Like any other form forsaken by its god, the tulip exists now as a mere flower, outside the composite we call taste...” Tanpınar goes on to emphasize that this cultural rupture stems from a civilization enduring only in memory: “Style belongs to culture and civilization. The tulip was a stylistic motif.”

ISTANBUL GETS HER TULIPS BACK
Istanbul today is trying to reintroduce into everyday life this motif so quintessentially hers. Not finding a niche for itself in the daily dynamics of a global city, the tulip is once again being embraced by Istanbul’s soil as one of the key icons of its urban identity following a rising wave of nostalgia for more tranquil times. And perhaps the city is again going to be remembered, albeit after a hiatus of a century, for its gardens and the fragrance of its flowers. Millions of tulip bulbs are being distributed to the city’s residents, and the tulips that herald spring in all the city’s parks are a colorful reminder of its past glory. Once a motif that spread to gardens and poetry through the humble philosophy of a deeply rooted civilization, today the tulip is a pleasant memory that we recall with a sigh. A beautiful element of landscaping, symbolizing our yearning for a civilization that lasted several centuries, the tulip today is merely a beautiful flower that grows in Istanbul...

This article is the translation of the originally Turkish version that has been published in Skylife Magazine on May 2006.

The information used in this article is taken from the book, ‘Ateş Çiçek Lale’ (Flower of Fire: The Tulip) by Beşir Ayvazoğlu.

Yazınızı "rötuşladık" beyefendi...

Cumhuriyetle birlikte geldiğini düşündüğüm kültürel kırılmayı, nazik bir tarza ve ikincil anlamlarına çokça yüklendiğim kelimelerle ifade etmiş olduğum paragraf nedeniyle olsa gerek, resmen sansürlendiğim ilk yazı bu olmuştur...
"Lale" kelimesi eski dildeki yazım biçimiyle, okuyabilenleri derin anlamlara taşıyan güçlü ve derin bir kavram aslında... 23'den sonra doğmuş bizlerin, artık pek büyük zorlukları aşarak çıkabileceği bir yolculuğun hikâyesi olmasın sakın bu?

BİR BUSE CANANDAN GELEN

Köklü bir medeniyetin ilahi alfabesinde saklı bir şifredir o. Harflerin yeri değiştirilerek oynanan ilahi bir oyundur. Mevsimi gelince açan bir motif; topraktan çıkıp sanat ve kültüre uzanan binlerce yıllık bir simgedir.
“Cevahir-i hurûf”tan haberdar zamanlar için bir şiir yazabilsem keşke. Boynu bükük, sessizce bekleyen cananımın aşkı gibi, yüz yıllarca okunsa... Ama ne mümkün! Çiçeklerin, hüznün ve cananların en güzeli için dizeler dizmek; bir yeni zaman evladının ne haddine…
Lale: “lâm”, “elif” ve “he”nin çiçeği. Yani, varlığının güzelliğini dünyevi âlemin her yanına damlatmış rabbin adı ve hilâliyle aynı şifreye haiz olmuş tek güzel. Pek çok değil, seksen küsur yıl önce kendi topraklarına gömülmüş kutsal bir alfabenin hüzünlü bir gizemi bu: Allah, hilâl ve lâle aynı harflerledir.
Bir yanda divanlarında bu kutsal çiçeğe methiyeler dizenler, bir taraftan sevgi ve huzurla çiçeği yetiştirenler: Lâle üstâdları ve lâleseverler. Bu kişiler, ebedi olduğu söylenen bir merakı farklı alanlarda icra edenler.
Remzi Efendi’nin dizeleriyle “Lâleye pîr-i sabâdan bu nefes şimdi değil. Ezelîdir bu hevâ vü heves şimdi değil” derler, yani “Laleye saba rüzgârının ettiği nefes yeni değil.
Lâleye duyulan bu arzu ve heves ezelidir, şimdi doğmamıştır.”
Laleye karşı sevgilerini farklı biçimlerde gösterseler de çoğu yerde, bu ilginin aynı medeniyetin temellerine dayandığını görmek mümkün. Örneğin, noktası bulunmayan “lâm”, “elif” ve “he” harfleri, lalelerin makbul olanlarının da beneksiz olması gerektiği gibi bir güzellik anlayışı oluşturmuştu.

Harflerle mühürlenmiş bu gizemin yükseldiği manevi değer o kadar yüksekti ki, bir tarafta güzelliğin ve hüznün simgesi olan motif, yüklendiği ilahi anlamla birlikte muharebelere de taşınmıştı. “Gazinin niyeti savaşmaktır.” Sözüyle birlikte kılıca işlenmiş bir lale motifi, bu silahın Allah’ın adına taşınmakta olduğu ve Allah’ın kullananın yanında olduğu anlamına geliyordu.
Bir süsleme unsuru olarak lâle, Türk-İslam mimarisinde, mermerlere, ahşaba, çinilere ve özenilen kıyafetlere çokça işlenen bir motifti. Lâle tutkunu olan ve lâle işlemeli şık kaftanlar giydiği bilinen muhteşem Süleyman’ın ve Sultan Hanım’ının türbeleri de lâle motifleriyle donatılmıştır. Her ne kadar hikâyesi pek çok farklı şekilde anlatılsa ve gerçekliği sorgulansa da, dünya mimarlık tarihinin başyapıtlarından Selimiye Camii’ne (Edirne) gelen her ziyaretçi “ters lâle” yi görmek ister mesela. Pek de gönüllü olmadan arazisini camii için veren aksi adamı simgelediği söylenir. Hikâyenin doğruluğu bir yana, bu kadar önemli bir eserin bir köşesinde, aksi ve sıradan bir kişinin hatırasının ters bir lâle latifesiyle yaşatılmasını meşru bulan kültürel yapıya dikkat etmek gerekir. Bu bir tesadüf değil, hoşgörü kavramıyla açıklanabilecek bir semboldür.

Denir ki, Muhteşem Süleyman zamanları’nın ünlü devlet adamı Ebüssuud Efendi’nin bahçıvanları, padişah efendilerinin zevkini okşayan lâle çiçeğinin farklı türlerini birleştirerek çeşit çeşit güzellikler yaratmışlardır. Zaman içinde sayıları kırk dokuz iken, iki binlere kadar çıktığı söylenir olmuş ancak on sekizinci yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yok olmaya başlayan “İstanbul Lâleleri”nin bugüne kadar resimlenmiş olan kırk dokuz çeşidinden haberdarız.
“Lâle zamanı” bahar mevsimi kapıya dayandığında, her padişahın kentin dört bir yanında ve saray bahçelerinde lâle görmek istemesi de imparatorluğun merkezi ve lâle arasındaki ilişkiyi resmi bir geleneğe dönüştürmüştü. Fetihten sonraki elli yıl içerisinde, eski Bizans başkentinin bir bahçeler kenti haline geldiği söylenir ve fetih öncesi dönem için “kasvetli” sıfatı kitaplarda sıkça kullanılır. Osmanlı saray zevki açısından değerlendirdiğimizde, önceki dönemlerde lâlenin olmayışı bu yakıştırmanın en temel sebebidir.

Bugün belki de “eski İstanbul” tanımlamamızın içinde olan zamanları yaşamış edebiyat üstadı Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), kendi döneminde bile artık lâle kültüründen ne kadar uzaklaşıldığını adeta kültürel bir şikayetname olan makalesinde şu şekilde dile getiriyor: “… Lâlenin zevkteki yeri kayboldu. O artık hiçbir şeyin sembolü değildir. Ne şair onun renginde sevgilisinin yanağının rengini hatırlıyor, ne nakkaş çiniye, mermere yahut parmaklığın iyi dövülmüş madenden dantelâsına onun birlik işaretini, bir “lam elif”in bükülüşü ile Allah’tan gayrı her mevcudun varlığını ortadan kaldıran sessiz belagatini geçirmeye çalışıyor; ne de yazı ustası, eski lam’ların kavsinden onun şeffaf fanusunu tutuşturuyor. Lâle şimdi zevk dediğimiz terkibin dışında, arkasından tanrısı çekilmiş herhangi bir şekil gibi sadece bir çiçek olarak mevcuttur…”
Tıpkı birkaç paragraf önce, lâle sevgilerini farklı faaliyetleriyle icra edenlerin aynı medeniyet felsefesine dayanan beğenileriyle hareket etmeleri gibi, onlardan yüzlerce yıl sonra makalesini kaleme alan Tanpınar da, bu kültürel kırılımın bir medeniyetin artık hatıralarda kalmasından kaynaklandığını vurguluyor devamen: “Üslup bir kültüre ve medeniyete aittir, Lale bir üslup motifi idi…”

Bugün İstanbul günlük hayatına geri getirmeye çalışıyor, aslında zaten kendine ait olan bu motifi. Küresel bir kentin günlük dinamikleri içerisinde kendine yer bulamayan lâle, huzurlu zamanlara duyulan özlemin gittikçe artması sonucunda kent kimliğinin en önemli parçalarından biri olarak tekrar kucaklanıyor İstanbul toprağı tarafından. Belki de bu kent, tekrar hatırlanacak bahçeleriyle ve çiçek kokularıyla yüzyıl sonra olsa da. Milyonlarca lâle soğanı kent sakinlerine dağıtılıyor ve tüm parklarda bahar zamanını müjdeleyen lâleler eski günlerin ihtişamını anımsatıyor. Köklü bir medeniyetin mütevazı felsefesinin, dizelere ve bahçelere yayıldığı bir motifti lâle, bugünse iç geçirerek hatırladığımız tatlı bir oryantal hatıra. Yüzyıllara yayılmış bir medeniyete duyulan özlemi simgeleyen güzel bir peyzaj unsuru. Bugün lâle, İstanbul’da da yetişen çok güzel bir çiçek sadece.

Bu yazının tashih edilmiş hali, Skylife'ın Mayıs 2006 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Kaynakça
Ateş Çiçek Lâle, Beşir Ayvazoğlu