5 Mayıs 2006 Cuma

Yazınızı "rötuşladık" beyefendi...

Cumhuriyetle birlikte geldiğini düşündüğüm kültürel kırılmayı, nazik bir tarza ve ikincil anlamlarına çokça yüklendiğim kelimelerle ifade etmiş olduğum paragraf nedeniyle olsa gerek, resmen sansürlendiğim ilk yazı bu olmuştur...
"Lale" kelimesi eski dildeki yazım biçimiyle, okuyabilenleri derin anlamlara taşıyan güçlü ve derin bir kavram aslında... 23'den sonra doğmuş bizlerin, artık pek büyük zorlukları aşarak çıkabileceği bir yolculuğun hikâyesi olmasın sakın bu?

BİR BUSE CANANDAN GELEN

Köklü bir medeniyetin ilahi alfabesinde saklı bir şifredir o. Harflerin yeri değiştirilerek oynanan ilahi bir oyundur. Mevsimi gelince açan bir motif; topraktan çıkıp sanat ve kültüre uzanan binlerce yıllık bir simgedir.
“Cevahir-i hurûf”tan haberdar zamanlar için bir şiir yazabilsem keşke. Boynu bükük, sessizce bekleyen cananımın aşkı gibi, yüz yıllarca okunsa... Ama ne mümkün! Çiçeklerin, hüznün ve cananların en güzeli için dizeler dizmek; bir yeni zaman evladının ne haddine…
Lale: “lâm”, “elif” ve “he”nin çiçeği. Yani, varlığının güzelliğini dünyevi âlemin her yanına damlatmış rabbin adı ve hilâliyle aynı şifreye haiz olmuş tek güzel. Pek çok değil, seksen küsur yıl önce kendi topraklarına gömülmüş kutsal bir alfabenin hüzünlü bir gizemi bu: Allah, hilâl ve lâle aynı harflerledir.
Bir yanda divanlarında bu kutsal çiçeğe methiyeler dizenler, bir taraftan sevgi ve huzurla çiçeği yetiştirenler: Lâle üstâdları ve lâleseverler. Bu kişiler, ebedi olduğu söylenen bir merakı farklı alanlarda icra edenler.
Remzi Efendi’nin dizeleriyle “Lâleye pîr-i sabâdan bu nefes şimdi değil. Ezelîdir bu hevâ vü heves şimdi değil” derler, yani “Laleye saba rüzgârının ettiği nefes yeni değil.
Lâleye duyulan bu arzu ve heves ezelidir, şimdi doğmamıştır.”
Laleye karşı sevgilerini farklı biçimlerde gösterseler de çoğu yerde, bu ilginin aynı medeniyetin temellerine dayandığını görmek mümkün. Örneğin, noktası bulunmayan “lâm”, “elif” ve “he” harfleri, lalelerin makbul olanlarının da beneksiz olması gerektiği gibi bir güzellik anlayışı oluşturmuştu.

Harflerle mühürlenmiş bu gizemin yükseldiği manevi değer o kadar yüksekti ki, bir tarafta güzelliğin ve hüznün simgesi olan motif, yüklendiği ilahi anlamla birlikte muharebelere de taşınmıştı. “Gazinin niyeti savaşmaktır.” Sözüyle birlikte kılıca işlenmiş bir lale motifi, bu silahın Allah’ın adına taşınmakta olduğu ve Allah’ın kullananın yanında olduğu anlamına geliyordu.
Bir süsleme unsuru olarak lâle, Türk-İslam mimarisinde, mermerlere, ahşaba, çinilere ve özenilen kıyafetlere çokça işlenen bir motifti. Lâle tutkunu olan ve lâle işlemeli şık kaftanlar giydiği bilinen muhteşem Süleyman’ın ve Sultan Hanım’ının türbeleri de lâle motifleriyle donatılmıştır. Her ne kadar hikâyesi pek çok farklı şekilde anlatılsa ve gerçekliği sorgulansa da, dünya mimarlık tarihinin başyapıtlarından Selimiye Camii’ne (Edirne) gelen her ziyaretçi “ters lâle” yi görmek ister mesela. Pek de gönüllü olmadan arazisini camii için veren aksi adamı simgelediği söylenir. Hikâyenin doğruluğu bir yana, bu kadar önemli bir eserin bir köşesinde, aksi ve sıradan bir kişinin hatırasının ters bir lâle latifesiyle yaşatılmasını meşru bulan kültürel yapıya dikkat etmek gerekir. Bu bir tesadüf değil, hoşgörü kavramıyla açıklanabilecek bir semboldür.

Denir ki, Muhteşem Süleyman zamanları’nın ünlü devlet adamı Ebüssuud Efendi’nin bahçıvanları, padişah efendilerinin zevkini okşayan lâle çiçeğinin farklı türlerini birleştirerek çeşit çeşit güzellikler yaratmışlardır. Zaman içinde sayıları kırk dokuz iken, iki binlere kadar çıktığı söylenir olmuş ancak on sekizinci yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren yok olmaya başlayan “İstanbul Lâleleri”nin bugüne kadar resimlenmiş olan kırk dokuz çeşidinden haberdarız.
“Lâle zamanı” bahar mevsimi kapıya dayandığında, her padişahın kentin dört bir yanında ve saray bahçelerinde lâle görmek istemesi de imparatorluğun merkezi ve lâle arasındaki ilişkiyi resmi bir geleneğe dönüştürmüştü. Fetihten sonraki elli yıl içerisinde, eski Bizans başkentinin bir bahçeler kenti haline geldiği söylenir ve fetih öncesi dönem için “kasvetli” sıfatı kitaplarda sıkça kullanılır. Osmanlı saray zevki açısından değerlendirdiğimizde, önceki dönemlerde lâlenin olmayışı bu yakıştırmanın en temel sebebidir.

Bugün belki de “eski İstanbul” tanımlamamızın içinde olan zamanları yaşamış edebiyat üstadı Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962), kendi döneminde bile artık lâle kültüründen ne kadar uzaklaşıldığını adeta kültürel bir şikayetname olan makalesinde şu şekilde dile getiriyor: “… Lâlenin zevkteki yeri kayboldu. O artık hiçbir şeyin sembolü değildir. Ne şair onun renginde sevgilisinin yanağının rengini hatırlıyor, ne nakkaş çiniye, mermere yahut parmaklığın iyi dövülmüş madenden dantelâsına onun birlik işaretini, bir “lam elif”in bükülüşü ile Allah’tan gayrı her mevcudun varlığını ortadan kaldıran sessiz belagatini geçirmeye çalışıyor; ne de yazı ustası, eski lam’ların kavsinden onun şeffaf fanusunu tutuşturuyor. Lâle şimdi zevk dediğimiz terkibin dışında, arkasından tanrısı çekilmiş herhangi bir şekil gibi sadece bir çiçek olarak mevcuttur…”
Tıpkı birkaç paragraf önce, lâle sevgilerini farklı faaliyetleriyle icra edenlerin aynı medeniyet felsefesine dayanan beğenileriyle hareket etmeleri gibi, onlardan yüzlerce yıl sonra makalesini kaleme alan Tanpınar da, bu kültürel kırılımın bir medeniyetin artık hatıralarda kalmasından kaynaklandığını vurguluyor devamen: “Üslup bir kültüre ve medeniyete aittir, Lale bir üslup motifi idi…”

Bugün İstanbul günlük hayatına geri getirmeye çalışıyor, aslında zaten kendine ait olan bu motifi. Küresel bir kentin günlük dinamikleri içerisinde kendine yer bulamayan lâle, huzurlu zamanlara duyulan özlemin gittikçe artması sonucunda kent kimliğinin en önemli parçalarından biri olarak tekrar kucaklanıyor İstanbul toprağı tarafından. Belki de bu kent, tekrar hatırlanacak bahçeleriyle ve çiçek kokularıyla yüzyıl sonra olsa da. Milyonlarca lâle soğanı kent sakinlerine dağıtılıyor ve tüm parklarda bahar zamanını müjdeleyen lâleler eski günlerin ihtişamını anımsatıyor. Köklü bir medeniyetin mütevazı felsefesinin, dizelere ve bahçelere yayıldığı bir motifti lâle, bugünse iç geçirerek hatırladığımız tatlı bir oryantal hatıra. Yüzyıllara yayılmış bir medeniyete duyulan özlemi simgeleyen güzel bir peyzaj unsuru. Bugün lâle, İstanbul’da da yetişen çok güzel bir çiçek sadece.

Bu yazının tashih edilmiş hali, Skylife'ın Mayıs 2006 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

Kaynakça
Ateş Çiçek Lâle, Beşir Ayvazoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder